İlk Covid-19 vakasına tanı koyarken enfekte olup hayatını kaybeden Prof. Dr. Cemal Taşçıoğlu’nun anısına…

Virüs salgınıyla mücadelede ön safta savaşa sürülen sağlık çalışanlarının mesleklerini icra ederlerken karşılaştıkları/karşılaşacakları sağlık sorunları, özlük haklarıyla ilgili tartışmalar günlerdir konu ediliyor. Sonunda onlardan 10 günlük kesintisiz bir çalışma için bavullarını hazırlamaları istendiğinde ve 3 ay boyunca istifa etmelerine izin verilmeyeceği açıklandığında, bu insanların da kalpleri ve hayatları olduğunu pek de düşünmediğimizi fark ettim. Bizim için olduğu gibi, onlar için de hayat çalıştıkları kurumun kapısında başlayıp bitmiyordu.

Ayrıca, salgının ön saflarında yer alan hekimlerin sağlıklarını, haklarını düşünür, minnettarlığımızı göstermek için balkonlara çıkıp alkışlarken en az onlar kadar, hatta bazen onlardan da fazla riske maruz kalan, çalışma saatleri onlardan uzun olabilen, üstelik onlar kadar itibar görmeyen diğer sağlık personelini, hemşireleri, hastabakıcıları, teknisyenleri, temizlik personelini ve tabii eczacıları hesaba katmamız gerekiyordu. Ben de elimin erişebildiği sağlık personeline, bu aralar çok daha değerli vakitlerinden çalıp, bu kez kalpleri ve hayatları hakkında üç beş soru soruverdim.

AKŞAMLARI İŞİMİZDEN ÇIKINCA HİÇBİRİMİZ EVİMİZE GİTMEK İSTEMİYORUZ ARTIK’

Hepsinin derdi aynı. Hepimize “evdekal” çağrısının yapıldığı, el birliğiyle evi romantize ettiğimiz yahut katlanılır kılmak için yollar bulmaya çalıştığımız şu günlerde, sağlık personeli bir gün eve dönebilmenin hayalini kuruyor. Çocuklarını, bir kısmı çok yaşlı veya hasta ebeveynlerini evde bırakıp çıkmak veya şimdiye dek kendi evinden başka bir yerde gecelememiş olan çocuklarını onlara emanet etmek zorundalar. Bakım emeğini yaşlılara, özellikle de yaşlı annelere/teyzelere/halalara devretmek en çok kadın sağlık çalışanlarını üzüyor. Uzaktan eğitimin karmaşık sistemini çözmek, elektronik donanımın nasıl kullanılacağına vakıf olmak, ödevleri, beslenme ve uyku düzenini takip etmek, kalan zamanlarda çocukları her türlü ekrandan söküp alabilmek, oyalamaya çaba sarf etmek bizden önceki kuşak için daha da çetrefil bir iş. Çocukların anne-babalarını özlemeleri, eve kapalı kalmaktan dolayı huzursuzluk duymaları, yaşıtlarından uzak olmaları ve yaşlılara virüs bulaştırma riski taşımaları da cabası.

Çocuklarını emanet edebileceği birilerini bulanlar yine de şanslılar. Ebeveynin ikisi de çalışıyorsa, en az biri sağlık çalışanıysa ve yakın çevrelerinde onlara destek olabilecek bir aile bireyi yoksa türlü türlü travma yaşanıyor. Henüz çok küçük olan çocuğunu eve kilitleyip gidenler mi ararsınız, akşamları gözyaşlarını ve feryatlarını duymazdan gelmeye çalışarak evdeki bir odaya kilitleyip izole edenler mi, sarılmak isteyen çocuğunu azarlayıp geri püskürtmek zorunda kalan mı? Ankara’nın en yoğun hasta kabul eden aile sağlığı merkezlerinden birinde çalışan aile hekimi Betül şöyle diyor: “Oğlumun zincirleme bağlı olduğu altı kişi, hepimiz yüksek riskliyiz. Hepimizin ölebileceğini de düşünüyorum. O yüzden oğlumu en sevdiğim kuzenime gözyaşlarıyla emanet ettim. İçim biraz rahat.” Bir diğer aile hekimi Hilmi, “Hepimiz tepetaklak olduk. Çocuklarımızla beraber darmadağınız. Akşamları işimizden çıkınca hiçbirimiz eve gitmek istemiyoruz artık” diye ekliyor. İlkokul çağındaki kızını anne-babasına emanet eden pediatri uzmanı Anıl ise bu dönemin sadece kendisinde değil, tüm ailede kalıcı travmalara sebep olmasından da endişe ediyor: “Annem aşırı yoruluyor. Çocuğun ruh sağlığı nasıl etkileniyor, bilemiyorum. Doğru düzgün konuşamıyorum bile kızımla, sarılıp öpemiyorum, ‘korkuyor musun’ diyemiyorum.”

Dayanışma ve duygusal paylaşımlara çok ihtiyaç duyulduğu böylesi olağanüstü dönemlerde evin, ailenin geçici kaybı büyük bir yıkım. Ölümcül virüse yakalanma ihtimali; yetersiz koruma tedbirleri sebebiyle bu ihtimalin çok yakın olduğu düşüncesi ve bu düşünceyle tek başına mücadele etmek zorunluluğu sağaltıcı zihinsel ve bedensel meşguliyetlerin kesintiye uğradığı her zaman diliminde baş edilmesi gereken bir yük. Acil servis hekimi İlhan, bedensel yorgunluğun üzerine eklenen ruhsal yıkımın yarattığı travmaya bir örnek veriyor: “Salı sabahı çıktım evden. 5 günde 4 nöbet tuttum. Bu sabah nöbet çıkışı nereye gideceğimi bilmez halde hastanedeydim. Bir hasta odasında duşumu aldım.”

‘BAZEN BU DÖNEM BİTSİN, MESLEĞİ BIRAKACAĞIM DİYE HAYAL KURUYORUM, O DA İYİ GELİYOR’

Konuşma fırsatı bulduğum sağlık çalışanlarının hiçbirinin gelecek planı yok artık. İnsan bunun dönemsel bir kötümserlik olduğunu düşünmek istiyor. İhtisaslar, tayin beklentileri, kadro arayışları, evlilik ve çocuk, ev sahibi olma, tatil yapma planları farklı zamanlarda ve yollardan görüştüğüm sağlık çalışanlarının ortak deyimiyle “askıda.” Geleceğe dair tek beklenti işlerin daha da kötüye gitmemesi ve hayatta kalabilmek. Pediatri uzmanı Anıl, “Hep beraber durduk tabii. Bilmiyoruz ki bundan sonrası nasıl gelecek. Düşünüyorum tabii önümüzdeki zamanı ama çok da düşünmemeye çalışıyorum açıkçası. Hayal kurmak da korkutucu bazen” diyor. Ama hemen ardından ekliyor: “Bazen de bu dönem bitsin, mesleği bırakacağım diye hayal kuruyorum, o da iyi geliyor.”

Mahalle sakinlerinin, özellikle de yaşlıların uğrak yerlerinden biri olan eczaneler en fazla risk taşıyan mekanlardan biri. Hele şimdilerde SGK’nin raporlu hastalara yönelik uygulamasıyla, hastaneye başvurmadan doğrudan eczaneye akan kalabalığın özensiz tavrı eczacıları çok tedirgin ediyor. Sosyal mesafeyi korumak için aldıkları önlemler, hastaları gücendiriyor, dahası öfkelendiriyor. Eczacı Fidan, hastaların kendisini rakip eczaneye gitmekle tehdit ettiklerini, küstüklerini, hatta bazen üstüne yürüdüklerini anlatıyor. Hala sohbet etmek, evden uzaklaşmak için gelip saatlerce oturan müşterilerin varlığından bahsediyor. Bu dönemde müşterilerini kaybederse gelecekte ayakta kalamayacağını düşündüğü için eczanesini sosyalleşme mekanı olarak görmeye devam eden müşterilere ses çıkaramadığını belirtiyor. Eczacı Elif de hastaların özensizliğinden muzdarip. Aklı, bütün gün evde yalnız bıraktığı, akşamları da sarılıp öpemediği oğlundayken bundan sonrası için ümit vaat eden bir hayal kuramıyor: “Herkes gibi bir gün sonraki olası en kötü tabloda neler yapılabileceği fikri sürekli beynimde. Kendime a,b,c planları oluşturmaya çalışıyorum” diyor.

Küçük bir şehirdeki üniversite hastanesinde acil tıp uzmanı olarak çalışan akademisyen Seçil, “2020’den tatil, iş değişikliği veya virüsün ortadan kalkması gibi beklentilerimiz kalmadı” diyor. “Sağlık camiasındaki neredeyse herkes bu virüsü kapacağını biliyor çünkü” diye de ekliyor. Dahiliye uzmanı Dilşad, “Plan yok, hayal yok, anlık yaşam devam ediyor. Her şey askıda kaldı” diye yineliyor. Aile hekimi Betül, virüs kaparsa sadece hayatının tehlikeye girmeyeceğini, diğer sağlık çalışanlarından farklı olarak raporlu sayıldığı günlerin maaşından düşeceğini düşündükçe içerliyor ve “Gerginim, tahammülsüzüm, bastığımız yerden haberimiz yok. Yatıyoruz kalkıyoruz, işe gidiyoruz. İşe gittiğimizde sürekli kendimi korumak ve öte yandan hasta atlamamaya çalışmak çok zorlayıcı ve ne yazık ki bu hastalık karşısında hekim olarak çaresiziz. Kendimi meslek hayatımın ilk yıllarında bile bu kadar çaylak hissetmemiştim” diyor.

Fizik tedavi uzmanı olduğu halde, virüs taşıma ihtimali bulunan hastalarla karşılaşan Pelin, kendileri bunca riske karşın canla başla çalışırlarken, evde kalmaktan duydukları bıkkınlığı dile getirenlere veya pervasızca kalabalık ortamlara girip, bir de bunları sosyal medyada paylaşanlara tahammül edemiyor: “Uyardığım halde kendisini kısıtlamamış olan ya da evde çok sıkıldık diyen herkese öfke duyuyorum. Lakin bunu yansıtmamaya çalışıyorum. Öfke kontrol mekanizmam yoruldu” diyor. Okuduğu kitapta, izlediği filmde fiziksel olarak yakınlaşan insanlara bile refleks olarak tepki gösterdiğini söyleyerek gülüyor ve “Bu süreçte en çok birilerine sarılmayı özledim” diyor.

‘KÜÇÜK NEFESLENMELERE, SEVİNÇLERE İMKAN BULABİLİYORUZ ŞİMDİLİK’

Türkiye’de hastalık henüz zirve yapmadığı için “küçük nefeslenmelere, sevinçlere imkan bulabildiklerini” belirten hemşire Selvi, bu süreçte hekimlerle ilişkilerinin de biraz daha yakınlaştığını, hatta eşitlendiğini düşünüyor. “Hepimizin birbirimize ihtiyacı var. Hem mesai koşulları sebebiyle, hem de duygusal olarak” diyor. İki hasta arası çay molasında, öğle yemeklerinde veya doğum günlerinde ayaküstü toplanıp neşelenmeye çalıştıklarını söylüyor. Ailelerinden, evlerinden uzak kaldıkları günlerde birbirlerinden güç alıyorlar. Aynı hastanede enfeksiyon hastalıkları uzmanı olarak çalışan Rahmi ise böyle düşünmüyor. Hocalarının mecbur kalmadıkça hasta muayenesine girmediklerini, risk almaktan çekindiklerini anlatıyor. Pediatri uzmanı Anıl, “Meslektaşlarımla daha yakınlaştık. Hem sosyal medyadan çok ciddi bilgi ve deneyim paylaşımı oluyor, hem de fiziken uzaklaşsak bile dayanışma çok arttı. Çok moralsiz geldiğim bir gün bir hekim arkadaşım bağışıklık arttırıcı vitamin ve maske göndermiş bana, oturdum ağladım” diyor. Acil tıp uzmanı Seçil, “dezenfeksiyon paranoyası yaşamalarına” rağmen, birbirlerini gözettiklerini, koruyucu malzeme dağılımında her kademedeki sağlık çalışanını hesaba kattıklarını söylüyor. Aile hekimi Betül, “Hepimiz birbirimize Covid-19 pozitif gibi davranıyoruz. Öyle olması gerek. Artık bir arada yemek yemiyoruz. Odalarımıza girip çıkmıyoruz. Ama birbirimize hep destek oluyoruz” diyor.

Sağlık personeli zincirinin en zayıf halkasının ise hastabakıcılar ile temizlik şirketi çalışanları olduğu söylenebilir. Yoğun bakımda tedavi gören Covid-19 vakalarını ve risk taşıyan diğer hastalarla en yakın ve en sık bedensel teması hastabakıcılar kuruyor. Enfeksiyon kapma riski taşıyan tıbbi atıkları, tuvaletleri ise temizlik personeli temizliyor. Bir devlet hastanesinde temizlik şirketi çalışanı olan Hanife, “Doktorlar, doktor diye kıymet veriliyor. Okumuş yazmış insan ne de olsa. Ben asgari ücretle çalışıyorum. Bir hatamı görseler işten atarlar. Hastanın dışkısı, sargı bezi, kanlı pamuğu, her bir şeyi benim elimden geçiyor. Evde dört çocuk var. Kime bırakacağım ben onları? Her şeyi göze alıp çalışıyorum” diyor. Hastabakıcı Erol da aynı görüşte. “En riskli işleri yapıp hem hastaların, hem doktorların, hem de hastane yönetiminin azarını işitiyoruz. Biri de çıkıp bizi alkışlasa ya! Nerede? Adımız bile anılmıyor.”

Yazıyı özel bir hastanenin resepsiyonunda çalışan Serap’ın gözleri dolarak söylediği şu sözlerle nihayetlendireyim: “Bu dönemde ekmek parası için, hayır için, görev aşkıyla veya her ne sebeple olursa olsun evinden çıkıp kendini riske atan herkesin – doktordur, hemşiredir, bizim gibi personeldir, gazetecidir, polistir, kargocudur, şofördür, işçidir falan – adı kalacak geriye. Kendisi kalamasa da…”

Haber: Funda Cantek